“Sevgiliyle vuslatı göklerde arama!
Bilirsen, alnını koyduğun yerdedir O…”
İrfani bir anlatımla yine tarih, insan, kutsal ve edebiyat iç içe…
Yüz binlerce okurun gönüllerinde taht kuran seri, üçlemenin son romanıyla Hüseynî aşkın şahitlerini Kerbelâ’daki büyük buluşmaya çağırıyor.
Yanıyor ve koşuyordu Hüseyin’e doğru.
Kırk günün, kırk yılın değil asırların hasret abidesiydi o.
Bir yanında Dedesi vardı; Dedelerin En Güzeli…
Bir yanı Kevser’di; Anneler Annesi…
Nice yollardan Şehitler Sultanının başucuna değin gelmişken sonunda beli mi kırılmıştı? Hüseyin’in kabrini izlerken iki büklümdü gayrı. Kırk gündür saraylar, ordular titreten azamet dolu kadın gitmiş. Tüm hüznünü en nazlısıyla paylaşmak isteyen mahzun bir nefes gelivermişti.
“Ey Babam Oğlu, dinle beni!..” diyordu: “Âhıma yol verip ağlasaydım; gökten yağmur misali yıldız inerdi. Yusuf’a zindan kuyular gözyaşlarımla dolardı. Ama mazlum gönüller titremesin diye bir dem bile ağlamadım Can Hüseyin…
…Ey Dedem Oğlu, Rahmet Evinin Gülü!.. Düldül’den inip Burak’a binen sen değil misin? Bilsem ki, sen ölüsün; billahi düşmem derdine. Neredesin gözlerin nûr vesilesi, nerede?..”
Ölüdür her insan; tâ ki kendinden doğana değin…